Okuruna Ulaşamayan Yazar Sendromu: Oğuz Atay'ın Demir Yolu Hikâyecileri

Bir edebi ürün ortaya çıkarmışsanız ya da sanatın herhangi bir dalında üretim yapmışsanız sizi buna iten ilk ve temel etken estetik tatmindir. Öyle ya, önce içinizdeki üretim arzusunu dindirmek için harekete geçersiniz. Üretimi yaptıktan sonra da ürünün okuyucuya ulaşması ve onda beklenen tepkinin ortaya çıkması gelir. Ancak ürünleriniz okuyucuya ulaşamaz ya da okuyucuda beklediğiniz tepkiyi yaratmazsa bu tatmin yarım kalır ve tersine doğru ilerler. İşte bu yazının konusu Demiryolu Hikâyecileri de toplumda karşılık bulamamış, okuruna ulaşamamış yazar sendromunu ele alıyor. Oğuz Atay’ın bu “kesit öyküsü” 1975’te ilk kez “Bir Rüya” ismi ile bir dergide yayımlandı. “Rüya” kelimesinin çağrıştırdığı üzere öykünün birtakım gerçeküstü ve soyut özellikler göstermesini bekleriz. Öyledir de. Öyküde yazarın toplumda karşılık bulamamasından dolayı yaşadığı buhranın yanında korku, yalnızlık, iletişimsizlik ve dış dünyaya yabancılaşma gibi birtakım kavramlar çeşitli semboller aracılığıyla verilir.

 


Hikâyenin özeti kısaca şudur: Ülkenin uzak bir dağ kasabasındaki tren istasyonunda, yazdıkları öyküleri yolculara satarak yaşamaya çalışan üç yazar vardır: Anlatıcı genç, genç bir kadın ve hasta bir Yahudi. İstasyona gelen yolcular öykülere pek ilgi göstermez. Buna karşın dış dünya ile başka bir bağlantısı olmayan ve yaşları de ilerlediği için yapacak başka işleri bulunmayan bu yazarlar, yazmak zorundadır. Öykülerin satılmaması ve değer görmemesi yazarlarda buhran yaratır. Bu üç öykücü dışında istasyonda, diğer seyyar satıcılar ve istasyon şefi vardır. Hikâyenin devamında genç Yahudi ölür, genç kadın ve istasyon şefi de istasyondan ayrılır, anlatıcı bütün yalnızlığı ve buhranıyla tek başına kalır.

 

Öykünün mekânı, adı bilinmeyen bir ülkenin uzak bir dağ kasabasıdır. Kasabadır ama istasyon ve istasyondaki üç kulübeden başka bir yerleşim yoktur. Daha en başta bu ülkeye dair hiçbir bilgi verilmemesi ve kasabanın uzak, ıssız ve ulaşımının sınırlı oluşu,  istasyonun dış dünyadan izole edilmiş bir mekân olduğuna işaret eder.

 

Öykünün başından sonuna kadar satır aralarında verilen yalnızlık izleğinin sembollerinden bir tanesi de istasyondaki bu kulübelerdir. Söz konusu kulübeler istasyon binasının dışında ve tek kişilik yaşam alanlarına sahip mekânlardır. Bu kulübelerde yaşayan insanların istasyon binasından ötelenmesi, bireyin toplumdan ötelenmesinin yanı sıra kulübelerin tek kişilik olması da ötelenen bireylerin de kendi topluluklarını oluşturamayıp kendi kabuklarına çekildiklerine işaret eder.

 

Bu mekânda kurulan kendi içine kapalı ve minimal bu toplum, öykülerin satılmaması, şefin otoriter tavrı, genç Yahudinin hastalığı gibi sorunlarla huzurdan yoksundur Anlatıcı, toplumdaki sorunlar karşısında sanatçının da çözümde bir görevi olduğunu söylemek istercesine çabalar. Ancak bu sorunları çözmek tek başına onun elinde değildir: “Hangi tarafa yetişeceğimi bilemiyordum.” diyerek çaresizliğini dile getirir.

 


İstasyonda tek bir memurun bulunması da yalnızlığa, dış dünyadan kopmuşluğa işaret etmenin yanı sıra baskıya ve otoriteye de göndermede bulunur. "Yazdığımız konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır olmuştu. Ben o sıralarda aşk hikâyeleri yazmaya başlamıştım. İstasyon şefi, dedikodulara yol açacağını ileri sürerek bunlara da engel olmak istedi. Onun bütün hareketlerine boyun eğiyorduk.” İstasyonun tek meşru çalışanı olan istasyon memuru istasyondaki bütün işleri yapmanın yanı sıra istasyonda olacakların da kararını veren ve yasalardan bahsederek dağ başında bir istasyon da olsa devletin varlığının her yere uzanabileceğini hatırlatan unsurdur, otoritedir.

 

Kendilerine tahsis edilen üç ayrı kulübe de öykülerini yazan bu üç öykücünün amacı yazdıkları öyküleri satmaktır. Burada “satmak” sözcüğünün okuyucuya ulaşmayı ve toplumda karşılık bulmayı simgelediğinin altı çizilmelidir. Çünkü kendilerine “memur hikâyeciler” olarak seslenen istasyon şefine anlatıcının söyledikleri şunlardır: “Siz esnaf hikâyecilersiniz diyordu istasyon şefi bize. Aslında ben memur ya da esnaf olarak nitelendirilmek istemiyordum; biz sanatçıydık. Ayrıcalıklı bir durumda olmalıydık. Ne var ki ayran, elma ve sucuk-ekmek satıcılarının uyanık olduğu gecelerde birbirimizi iterek yolculara mallarımızı beğendirmeye çalışırken `ayrıcalıklı bir durumda' olduğumuz söylenemezdi.” Görüldüğü gibi “memur hikâyeciler” kavramını reddeden anlatıcı sanatçılığın diğer mesleklerden ayrı tutulmasını isterken sanatçının toplum içinde gerektiği gibi konumlandırılmamasından da şikâyetçidir.

 


Bu üç hikâyecinin yazdığı öyküler, başlangıçta satılsa da öykünün sonlarına doğru satılmamaya başlar. Öykü satışlarındaki bu iniş, öykünün akışı içinde düşünüldüğünde öyküdeki yalnızlaşmaya, istasyonun giderek tenhalaşmasına da bağlıdır. Başlangıçta kalabalık istasyon ve müşterisi çok olan öyküler, her biri dış dünyadan uzak bu dağ başında kalmış insanların hem umudunu sembolize eder, hem de onların dış dünya ile bağlantısını kurar.

 

Zaman içinde yeni demiryollarının yapılmasından dolayı tren seferlerinin haftada bir kereye kadar inmesi ve öykülerin artık satılmamaya başlamaması öykü yazan üç kişiden en çok anlatıcının ruhuna dokunur. Anlatıcı genç hikâyeci yazdığı öykülere okuyucu bulamamaktan yakınır. Okuyucu bulamayan öyküler diğer seyyar satıcılardan alınan yiyecek ve içeceğe karşılık olarak verilir. Ancak seyyar satıcıların okuma bilmeyişi öykülerin yine okursuz kalmasına ve kâğıdına sigara sarılması gibi başka alanlarda kullanılmasına yol açar.  Dolayısıyla burada satılmayan öyküler umudun yitirilmesini sembolize ettiği kadar ürettiği eserlerin toplumda karşılığını bulamayan anlatıcı ve gerçek dünyada da yazarların bunalımını gösterir.

 

Öyküde dikkat çeken bir diğer nokta da yazılan öykülerin zamana direnememesi ve tren yolcularının bu öyküleri çabucak tüketmesidir. Anlatıcı burada şunları söyler: “Çünkü güncel konuları işleyen hikâyeler yazıyorduk ve bir iki günlük modası geçmiş hikâyeleri uzattığımız zaman yolcular yüzlerini buruşturarak, "Bunları biliyoruz, yeni şeyler yok mu?" diyerek bayat hikâyelerimizi suratımıza fırlatıyorlardı. O zaman da elma ve ayran satıcılarına kaptırıyorduk sıramızı.” Görüldüğü gibi öykücüler, yolcuları yani okuyucularını memnun edemedikleri takdirde sıralarını okuyucuyu memnun eden başka satıcılara kaptırıyor. Burada diğer satıcıların sembolize ettiği, okuyucu kesiminin isteklerine boyun eğen ve popüler kültür dairesinde eser veren edebiyatçı kişiliklerdir. Anlatıcının okuyucudan yana şikâyetleri bununla sınırlı kalmaz. Okuyucuya ulaşamamaktan şikâyetçi olan anlatıcı, okuyucuya ulaşınca da istediği karşılığı bulamamaktan şikâyetçidir: “Satırları iyi görmedikleri için baştan savma bir göz gezdirdikten sonra geri veriyorlardı.”

 

Öykünün başında sık sık vurgulanan “biz” olgusu öykünün sonlarına doğru sadece anlatıcıyı içine alacak şekilde daralır ve “ben” e indirgenir. Yahudi’nin ölmesi ve anlatıcının sevgilisi genç kadının ve şefin de bir gün istasyonu terk etmesi öyküdeki yalnızlık izleğini nesnelerin dışında artık insan unsuruyla da vurgulayan olaylardır. İki arkadaşını da kaybeden anlatıcı artık tamamen yalnızdır ve yalnızlıkla birlikte hafızası ile ilgili de sorunlar yaşamaya başlar. Yalnızlık ve tenhalık artık anlatıcıya silik bir görüş kazandırır. Bu andan itibaren anlatıcı istasyonun adını dahi hatırlayamaz

 

Atay’ın karakterlerinden bir tanesini neden Yahudi olarak seçtiği sorusuna sadece öykünün kendi sınırları içerisinden yanıt bulmak zor. Ancak her edebi eserin yazıldığı dönemden sosyolojik izler taşıdığı göz önüne alınırsa ve öykünün yazıldığı 1975 yılı ve onun öncesindeki tarihi döneme uzanılırsa yazarın bu seçiminde evrensel insanlık sorunlarının yattığını söylemek mümkündür. Gerçek dünyada ötelenmiş olan bir toplumun temsilcisi olarak Yahudi, öyküde de hastalıklı ve zayıf olarak betimlenmiştir. Bu özellikleriyle Yahudi genç öyküde de ötelenmiştir. Ancak anlatıcı, Yahudi genci sevdiğini söyler ve ona her ihtiyacı olduğunda yardım eder. Ancak yine de yan kulübesindeki Yahudi gencin öldüğünden haberi olmaz. İstasyon şefinin ölen gencin kulübesine yeni bir kiracı getirmesiyle durumdan haberdar olur. Bu da kitlelerin birbirlerinin sorunlarından habersiz olduklarına ya da bu sorunlara kulak tıkadıklarına, otoritenin her zaman kitleleri yönlendirmelerine ve kitlesel boşlukları ustaca doldurmasına yorulabilir.

 

Öyküde gerçek dünyanın kurmaca dünyaya olan etkisinden biri de anlatıcının dış dünyada olanlardan hareketle yazmaya olan hevesinin sönmesidir. “Savaş yıllarıydı. Ekmek bile pahalıydı. Ayrıca, sık sık karartma yapılıyor, istasyonun ölgün ışıkları eserlerimizi büsbütün aydınlatmaz oluyordu. Böyle gecelerde çalışmak da anlamsızlaşıyordu.” diyerek aslında anlatıcı, bir edebi ürünün ortaya çıkması için hem şartların müsait olması gerektiğini hem de sanatın amacına ulaşması gerektiğini söylüyor. Öyle ya sanat, dünyayı daha yaşanılır bir hale getirmek için var. Bunu başaramadıktan sonra yazar da kalemini kâğıt üzerinde boşuna sürüklemek istemez. Burada yatan istemsizliğin altında dış dünyada olup bitenler vardır: savaş, kıtlık, kötülük…

 

Öykünün sonlarında Yahudi gencin ölmesi, genç kadının ve şefin istasyonu terk etmesiyle yalnız kalan anlatıcı da artık hafıza problemleri yaşamaya başlar. Bu hafıza problemleri, okuyucusuna ulaşamamış ve toplumda karşılık bulamamış yazarın yavaş yavaş kendi içine çekilmesini ifade eder.  Düşüncemin bulandığını seziyordum. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim gittikçe zayıflıyordu. […] Bu arada birçok şeyi hatırlayamıyordum: Savaş bizim ülkemizde mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı? […] Öyle ya yıllardır insan adlarını hiç yüksek sesle söylememiştim. İstasyon topluluğumuzda yıllardır birbirimize seslenmiyorduk. […] Her gün yazmak zorunda olduğum hikâyelerin dışında kalan kelimeleri hatırladığımdan da kuşkuluydum.” Bütün bunlara rağmen yine de içindeki üretim arzusunu söndüremez anlatıcı. Ümitsizliği, yalnızlığı ve karşılık bulamayışına rağmen hala üretmek ister anlatıcı. Üretmek ister istemesine de ürettiklerini kime sunacaktır? “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”